2017-03-11

Hayalet Yayın Frekansından Serbest Çağrışım Dalgaları...



Okuma gafletine düştüyseniz hatırlarsınız, önceki yazılarımızdan birinde Dylan Dog'un HOZ'dan çıkan Maxi Serisi öykülerinden birini fona alıp, yazar çizer ve editör takımının pek de takım oyunu çıkaramadığından dem vurmuş, Dog'un serüvenlerinde karşımıza çıkan özensizlik durumunun sık rastlanır olduğu fikrini savunacak bir argüman ortaya koymak için, DD karakterin değişmez temel unsurlarından biri olan Vosvos'unu örneklemiştik..
Parantez açıp, az rastlansa bile bazı hikayelerin onu hâlâ cazip bir çizgiroman karakteri olarak görmemizi sağladığını belirtmeyi de ihmal etmemiştik.

Önceki yazımız nalına, bu yazımız mıhına!..

HOZ'un Maxi serisinin 3. cildinin ilk serüveni Hayalet Yayın (La Radio Fantasma), öyküyü tümleyen ve o şikayet ettiğimiz "sığlık" kolaycılığına kaçmayan bir çalışma. Yine çizerler Montanari ile Grassani. Seranyo'yu ise bu defa Pasquale Ruju kaleme almış. Bonelli yayınlarında Nathan Never'dan Martin Mystere'e, hatta Tex'e dahi emeği geçmiş olsa da, Ruju'nun asıl uzmanlığı Dylan Dog olsa gerek, zira 70-80 kadar Dog serüveninde onun imzası var. 1995'ten beri "takımda"...

Öykü kabaca; öldü bilinen bir Radyo DJ'inin müzik temalı meşhur bir radyo kanalının frekansına sızarak korsan yayın yapmaya başlamasını ve eş zamanlı olarak da Londra'da peşpeşe cinayet işleyen bir seri katilin ortaya çıkışını ele alıyor. Fazla spoiler vermeyelim, ama okunduğunda bir tür pişmanlık hissiyle karışık ağızda kekremsi bir tat bırakan lezzetsiz öykülerden değil, biline!

Haliyle, serüvenin büyücek bir kısmı söz konusu radyo binasında geçiyor. 'Lezzettek' kerameti de bu mekanı tasarlayıp resmederken göstermiş Montanari-Grassani ve Ruju...

Radyoevinin koridor ve odalarına onlarca poster ve plak kapağının illüstrasyonlarını yerleştirip mekanı inandırıcı kılmakla kalmayıp, hikaye kurgusunda başvurulan flashbackler (ne diye "geçmişe dönüş" demiyorsak bu kavrama, neyse---) aracılığıyla 1970'li yılların ortamını da başarıyla yaratmayı bilmişler. Elbette sıkı bir "geri plan" ister böyle bir senarist-çizer ortak işçiliği...

Mesela, mesela, meselaaa...


Bilmeyen var mı?! 15-18 Ağustos 1969! Woodstock Müzik ve Sanat Fuarı! Kansız, silahsız, vurdusuz kırdısız 450 bin genç (ve zihnen genç) insanın katıldığı devrim... Müzik yönü önce çıksa ve bir festival gibi algılansa da büyük bir halk hareketi olan Woodstock'da kimler yoktu ki! Hindistan'dan Ravi Shankar'a , Pete Townshend'lı, Roger Daltrey'li The Who'ya, protest müzikte Bob Dylan'ın hemen ardından gelen ve aktivist yönüyle halen "ben buradayım" demeyi sürdüren Joan Baez'a, Meksika'dan Santana'ya, sonraları uyuşturucudan ölen müthiş ses (Zerrin Özerin fahri annesi :) ) Janis Joplin'e, gitarın Paganinisi Jimi Hendrix'e kadar dönemin en ünlü sanatçı ve grupları gibi "aykırı düşünen" insanların devasa bir "düzen" eleştirisine dönüşen mucizesi...



Dog'u İngiltere'de yaşatıp içinden müzik geçen bir serüvende Beatles'a atıfta bulunmamak mümkün değildi tabi... Liverpool'lu grup her ne kadar 1968'de fiilen, 1970'de de resmen dağılmış olsa da popüler kültür üzerindeki etkileri halen sürmekte. Hayranlarının elinden gelse Lennon ve Harrison'u hayata döndürüp, McCartney ile Ringo Starr'ı barıştırır tekrar müzik yapmalarını sağlamaya çalışırlardı herhalde. Gerçi hayranı David Mark Chapman, ilk elden müşahede için "cennetin olmadığını düşle" diyen Lennon'u öldürüp öte tarafa göndermişti, ama kötü örnek örnek olmaz, derler...


Aslına bakarsanız Lennon'un öldürülmesiyle ilgili, müzik endüstrisinin John'un sırtından son bir voli vurmak için, daha fazla "watching the whells" konumunda kalmasına izin vermeden "harcamayı" yeğlediğinden tut (*), Amerikan derin devletinin o "working class hero"yu temize havale ettiğine kadar hayli (hayali de diyebilirsiniz) komplo teorisi var. Hatta Yoko'dan pek hazzetmeyen hayranlar "Kütürdet Beni Rutubet"teki (Whatever gets you through the night) Atıfet'likten (**) bezen Yoko Ono'nun işin arkasında olduğunu bile iddia etmişlerdi. Elin ağzı torba değil ki büzesin!.. Fazla konuyu dağıtmayalım...


Kiss 1973'de kurulmuş Amerikalı Hard Rock topluluğu. Uzun yıllar, ta ki kullandıkları makyaj malzemelerinden ciltlerinin geri dönülmez hasarlar aldığı ayan beyan oluncaya kadar yüzleri boya kovasına batmış halde ve biraz sado-mazo havası veren acayip kostümler içinde sahne alan eksantirik grup. Her birinin kostüm ve yüz makyajları kullandıkları sahne isimleriyle örtüşen birer "sanal karakter" yaratmıştı. Gene Simmons; The Demon, Paul Stanley; The Starchild, Peter Criss; The Catman, Ace Frehley; The Spaceman!
Bu satırlar istemsiz olarak "I was made for loving you---"yu mırıldanmaya başlamanızı sağladıysa, efsane yaşıyor demektir, "---baby"...

Yukarıda Woodstock'tan bahsederken ismi geçmişti, Joan Baez, yine karşımıza çıkıyor Hayalet Yayın sayfaları arasında. Hemen yanında da, Müsekkin'e daha önce e de konuk olan Bob Dylan...


Yakın zamanda İsveç Kraliyet Bilim Akademisi'nin verdiği Nobel Edebiyat Ödülü'ne (2016) layık görüldüğünü hatırlarsınız Dylan'ın. E, adam iyi yazıyor kardeşim... Öte yandan bu edebiyat ödülünün bir takım siyasi manipülasyonlara alet edilir hale geldiğini biz gibi o da biliyor olsa gerek ki ödül törenine katılmadı. Törene katılmadı ama ya para ödülü?! Parayı aldı tabi, hakkıdır... :) Yerine Patti Smith'i gönderdi. Patti de törende Dylan'ın "A hard Rain"ini söylerken ortalığı biraz karıştırdı, ama olsun, o da yabana atılmayacak bir ozan-müzisyen. Punk Rock akımının yaratıcılarından biri olarak kabul edilir zat-ı şahaneleri.

HOZ'un 3. cildi 76. sayfasında, sol taraftaki şu yarısı görünen postere ne demeli?! 


Gençliğini 80'lerde yaşayan ve "Türk Hafif Müziği" düşkünü birisi, pekala Hardal'ın "Nereden Nereye" albümünün plak kapağının orada ne işi var diyebilir.


Olamaz mı?

Hele ki, bu plak günümüzde astronomik fiyatlarla alıcı bulabiliyorsa hâlâ!

70'lerin Anadolu Rock gruplarından Yeraltı Dörtlüsü'den üçünün, yani Cahit Kukul (gitar), Aydın B. Şencan (basgitar) ve Sedat Avcı'nın (davul) aklının çelinmesi ,vokalist olarak da Şükrü Yüksel'in ekibe dahil olmasıyla kurulan Hardal, 1978'de  ilk albümleri "Nasıl Ne Zaman"ı çıkartıktan sonra  klavyeci Özkan Turgay'ın da eklenmesiyle 5li'ye dönüşmüştü., ki Türk Rock'unun önemli ürünlerinden biri kabul edilir. Ardından ikinci albüm için kolları sıvarlar. Kayıtlar başlar ama "80 darbesi"nin etkileriyle grup savrulur, Aydın B. Şencan, Kanada'ya gider, Sedat Avcı, Hollanda'ya... Davula Zafer Oğuz geçer ve "Nereden Nereye" tamamlanır. 82'de piyasaya sürülür. Yine olumlu tepkiler alır, ama siyasi ve toplumsal değişimler Cem Karaca'nın "Hava döndü, işçiden - işçiden esiyor yel" parçasında söz ettiği rüzgarı artık başka yönden estirmektedir. Dağılır gibi olurlar, falan filan...

Neyse, aslında bunları, Hardal'ın albüm kapağının da eğer zaman ve mekan müsait olsaydı Dylan Dog çizimleri arasında -pekala- yer alabilme ihtimali bulunduğunu düşündüğümüz için anlattık, uzatmayalım. Şairin dediği gibi, "Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!" vari, içinde bir "keşke" barındırıyordu, yani. ( *** )

Gerçek başka... Sadece benzerlik, belki biraz da özenti... Özenti fikri ağır basabilir, zira, kayıtlarda klavyeleri Özkan Turgay çalmış olmasına karşın, kapakta fotografına yer verilmemiştir. Vardır elbet bir "soğuk" sebebi, ama beş fotograf olması, "kompozisyonu" bozardı.

Hangi kompozisyon mu?
BU!

Beatles'in son albümü (1970) "Let it be", ki Dylan Dog'da yer verilen de bu, malesef...

Bu plak kapağının da bir özelliği var, değinmeden geçmeyelim. Beatles o güne kadar yayınladığı albüm kapaklarında ya bir arada görünür, ya da görünmez. Let It Be'de ise ayrı ayrı fotograflanmışlardır ve grup elemanlarının yollarını ayırmış olduklarını simgelemektedir aslında. Yaa!.. Böyle ince işler işte. :) Zaten böyle ince eleyip sık dokumak değil mi, "ürünü" ikonlaştıran?

Biliyorum, 32 kısım tekmili birden gibi bir yazı oldu, ama sor, niye oldu!

Çekildikçe çekildik derine, derinlere...

Dylan Dog takımı; Ruju, Montanari ve Grassani sayfalarına bu detayları işlerken, emin olun sadece görsel zenginlik yaratalım diye düşünmüyorlardır. Sanat dediğimiz şeyin asıl işlevine yönelmişlerdir. Öyküyü anlatırken, okuyucunun kendine özgü bir seyahate çıkmasını da sağlamaktır amaçları... Sayfalar birbiri ardına çevrilir, detaylar kağıttan göze, oradan da zihne akar, farklı anı ve birikimleri canlandırır ve okuyucunun eseri çepeçevre saran, ama tamamen kişisel bir kabuk oluşturmasını sağlar, bir kum tanesini inciye dönüşmesi misali... Kabuğun inceliği veya kalınlığı; ---derinliği---, okuyucudan okuyucuya değişir elbet.

Bir başka yazımızda daha değinmiştik; "kullandığınız yöntem ne olursa olsun, muhatabınızın bir hissi duyumsamasını sağlayabiliyorsanız, okuyucunuzun zihninde, kendi düşünsel olgunluğuna göre eserinizle ilintili fikirler yaratabiliyorsanız, yaptığınız şey sanat!"

Ek yapalım:
Sizi aktif katılımla içine çeken, kendi öz benliğinizin renklerini gösteren, ama, en önemlisi "kim olduğunuzu hatırlatmanızı sağlayan şey" sanat.

Netekim güzel bişii... :) İnsana "anladım ve onu yeniden yarattım" dedirten tek şey belki de... Ve belki de "mürşit uçmaz mürit uçurur" kıvamı böyle elde edilmektedir efenim... :)

* Lennon, son albümü Starting Over'ı (1980) piyasaya sürmeden önce uzun yıllar müzik yapmamış ve bu süreci Watching The Whells isimli parçasında anlatmıştır.

** "Kütürdet beni rutubet, Atıfet" Nejat Yavaşoğulları'nın kendi adına çıkardığı "Bulutsuzluk Özlemi" isimli albümünde yer alır (albümde aynı isimli bir parça da var) ve John Lennon'un bestesi " Whatever gets you through the night"a göz ardı edilemeyecek şekilde benzer. Yavaşoğulları, daha sonra bu albümünün ismini kurduğu gruba vermiş ve Lennon'dan esinlenmeye devam etmiştir bir süre daha... "Şili'ye Özgürlük" parçasıyla da, bir bakıma Lennon'un "Well Well Well"ini özgürleştirmeyi başarmıştır... Netekim severim Yavaşoğulları'nı. Cidden...

*** Yılmaz Erdoğan

Not: Dylan Dog taramaları, Çizgidiyarı, MehmetAli'den alınmıştır. Kendisine teşekkür ediyorum...

2017-01-17

Dr. Skull ile Dındırıdın aynı köprüden geçmişler...



Önce şunu bir dinleyelim...
Aşağıda sözleri de var: 


SEN

Ayrılmadan son defa baktım sana
Hala gururlu ve hala sıcaktın

Nereye gitsem hep senin kokun
Her taşın altında sen vardın
Herkesin içinde bir parça sen
İpin ucu kaçınca sen çıkardın

Kimi yedi seni, kimi sakladı
Kimi beyaza boyayıp akladı
Kimi yoluna yok oldu gitti
Kimi kaçırdı seni, ağladı

Aniden geldin içime, bir sancı gibi
Bir gün akan sularla kaybolup gittin
Kıvrandım durdum günlerce yoksun diye
Ve aniden yolumun üstünde bittin

Biliyorum yine geleceksin
Ve ben aynı şeyleri yapacağım
Pişman değilim bu anlar için
Her gün seni anacağım

Ayrılmadan son defa baktım sana
Hala gururlu ve hala sıcaktın
Daha söylesem bilirim, dinleyeceksin
Ama ben yine de, sifonu çektim

'Sen' 80'lerin 3 'kaset' ömürlü Ankaralı rock grubu Dr. Skull'ın Wory Zover ve Rools 4 Fools isimli albümleri ardından Türkçe sözlerle çıkardıkları tek albüm 'Hershey Yolunda'nın 10 parçası olarak yayımlanmıştı. 

'Sen'e ilk kulak verişinizde, sancılı bir 'ilişkiyi' dile getirdiği yanılgısına kapılabilirsiniz. Taa ki 'sürpriz son'a ulaştıran o son dizeye kadar.

İçinde espri barındıran müzik eserleri şimdilerde vaka-i adiyeden, ama 80'lerde sık rastlanılan bir şey değildi. Bu özelliği nedeniyle de 'sen' zihinlere kazınmış anlaşılan, en azından Dr.Skull ile temas etmiş olanların...

Espri demişken, şimdi şu karikatüre bakalım bi'...


Sen'in 'tema'sını içeren bu karikatüre Hakan Karadeniz'in esprileri bulup Memo Tembelçizer'in çizgileriyle Uykusuz dergisinde yayımlanan 'Dındırıdın' köşesinin 7 Nisan 2016 tarihli sayısında denk gelince, 'aynı köprüden geçenler' silsilesine bir örnek daha kendiliğinden ortaya çıkmış oldu...

Okuduktan sonra sifonu çekmeyi unutmayın lütfen... :) 

Mizah dergisi okurların çoklukla bu meşgaleyi malum mekanda gerçekleştirdiğini de düşünürsek, 'Yalnızca okuduktan sonra değil!' diye ekleyelim...:)

2017-01-07

"Eğer" Tarzan....



Gölge E-Dergi için kaleme alınan aşağıdaki metin 2014 Şubat'ında yayınlanan 76. sayıda okuyucuya ulaşmıştı. Yakınlarda vizyona giren ve Yönetmenliğini Davio Yates'in yaptığı The Legend Of Tarzan (2016) filmini izleyince, doğru damara parmak bastığımızı hatırlayıp bir de Müsekkin'de yer verelim dedik...


Aklımda şöyle bir what-if uyarlaması var. Hani, ecnebiler "halamın bıyıkları olsa, amcam olurdu" mealinde öyküler kurup, tanıdık kahramanları olmadık hallere sokuyorlar ya, öyle bir şey işte. Ben de Tarzan'ı ele alayım dedim, bakalım ne çıkacak?

Soylu bir İngiliz ailesine mensup bir çift yeni doğmuş bebekleri Clayton ile Afrika semalarında yol alan bir uçaktadır. Aniden patlayan bir fırtına, kanatların buzlanması, türbülans, yıldırım filan derken, uçak ormanın derinliklerine düşer. Lord Greystoke ve hanımı sizlere ömür! Bebek ise melekler tarafından korunduğu için olsa gerek, kazadan kurtulur. Aslında kurtaranlar melek değil, biraz daha aşağı bir form olan primatlar ailesine mensup maymunlardır. Maymun sütü, ana sütü gibi değildir, ama elden ne gelir, sınırlı olanaklar bundan fazlasına imkan tanımamaktadır. Besler büyütürler, türlü maskaralıklar eşliğinde eğlendirir, kendi dillerini öğretirler. Ona, "beyaz adam" anlamına gelen Tarzan adını verirler. Oğlan da yamandır hani, sadece maymun dilini değil, ormandaki tüm canlıların iletişim biçimlerini öğrenir, şakır şakır konuşarak hepsiyle anlaşır hale gelir... Cangıl koşullarında tesis bulmak zor olsa da daldan dala atlar, nehirlerde yüzer, timsahlarla güreşir, can havliyle kaçarken çitalarla yarışır, dört dörtlük bir atlet olur çıkar. Usain Bolt toz, Michael Phelps su yutar yanında, değme sporcu halt eder...

Bu ormanda bir zamanlar vakur duruşları, Aladağ'dan serin tavırları ve işbaşındayken sergiledikleri yırtıcılıklarıyla aslanlar baş olmuştur, bir zamanlar da Pigmelerin, hakkında on kaplan gücünde olduğu söylencesi çıkartarak torpil geçtikleri Maskeli Hayaletler... Gerçi, halkın "Afrika'da kaplan ne gezer?" diye sorgulamaya başlamasıyla Maskeli Hayalet'in yanlış ormanın efendisi olduğunun anlaşılması ve Pigmelerin yalan yanlış propaganda çalışmalarına karşı direnç gelişmesi sonucu, toplum yavaş yavaş bilinçlenmiştir. Sonunda ormanı liyakat esaslı bir idari yapıya kavuştururlar. Böylece kahramanımızın bunca yeteneğiyle ormanlar kralı mertebesine yükselmesi uzun sürmez. Üstelik kimse kökenini dert etmez, "hemşerim nereden geldin sen," diye sormaz bile. Bir de alameti farikası vardır adamımızın, AaAaaAaaa, diye çığlık atarak varlığını duyurur ormana...

Efenim?..

Edgar Rice Burroughs'un hikayesiyle aşağı-yukarı aynı mı?

Tarzan da zaten aynen böyle, mi diyorsunuz?

Kabul ediyorum, ama hele bir durun, "eğer" kısmına gelmedik henüz... 

Bizim Tarzan biraz serpilince, bir kaç gen ayrımıyla hem kendini büyütenlerden azıcık, hem de maymunlara oranla diğer orman canlılarından biraz daha fazla, "değişik" olduğunu fark edip, nedenini sorgulamaya başlayacak ve "anne ben nasıl oldum" sorusuyla cici annesi Kala'yı sıkıştıracak. Israrcı sorular canına tak eden maymun kadının "seni leylekler getirdi, yavrum!" şeklindeki kaçamak yanıtıyla yetinmeyen Bizim Tarzan işin peşini bırakmayacak, analığının leylek diye bahsettiği kuşun aslında İngiliz Hava Yolları BEA'ya bağlı bir uçak olduğunu öğrenecek, gerçek ana-babasını yitirdiği kazanın enkazını bulup inceleyecek, kökeniyle ilgili bulgulara ulaşacak ve kaderini kendi elleriyle değiştirecek... 

Ee, bir miktar güncellenmiş, ama hâlâ aynı hikaye, mi diyorsunuz? Biraz daha sabır lütfen.

"Eğer" senaryosu Bizim Tarzan pür-i pak bir İngiliz asilzadesi olduğunu keşfedince başlıyor asıl. 

Damarlarında "mavi kan" dolaştığını öğrendiği an ormanla arasına soğukluk giriyor, ne onu kendi çocuğundan ayırt etmeden büyüten cici annesini, ne kültürel değerlerine uygun olarak beraber yaşadığı maymun toplumunu, ne de kralları mertebesine yükseldiği yeri-göğü dolduran orman halkını beğenmez hale geliyor. Zaman içinde oluşmuş üst kimliğini, "Tarzanlığını" içten içe reddetmeye başlıyor. Anlaşılan boşa değil, ne yengeçlerin kanının maviliği, ne de kanser ile özdeşlikleri. Farklı olma fikri kanser gibi işgal ediyor Bizim Tarzan'ın tüm varlığını.

Artık, başka bir yere, bambaşka bir topluma ait olduğunun hayali bir kere aklına girip, kendini Clayton Greystoke olarak görmeye başlayınca ormana karşı sorumluluklarını unutuyor ve her geçen gün daha da ihmalkârlaşıyor. 

Filler birer birer dişleri için katledilir, aslanlar-leoparlar postları için öldürülür, gergedanlar afrodizyak hammaddesi diye vurulup boynuzları alınır, timsahlar çizme, yılanlar çanta yapılır, maymunlar-şempanzeler-goriller, bilumum yaban mahlukat yaşam alanlarından koparılır, sirklere, hayvanat bahçelerine pazarlanır, Afrika'nın her yeri, elmastı, petroldü, altındı diye delik deşik edilir, kıta halkı köle pazarlarında satılmak için beden ve beyin göçüne tabi tutulur, kalanlar siyasi çıkarlar uğruna, dindi, tarikattı, ırktı, kandı diye birbirine düşürülür, ormanın bitki örtüsü mobilya fabrikalarının yolunu tutar, Kara Kıta'nın tüm doğal güzelliklerinin çevresine yabancılar ve zenginler için lüks oteller dikilir, savanalara safari adıyla katliam seferleri düzenleyen adımbaşı turizm acenteleri türer, Kilimanjaro'nun eteklerinde tatil köyleri biter, tepesine seçkin sınıf hariç yerlilerin erişimine kapalı kayak tesisleri kurulur ve o güne kadar "vatanım" dediği her toprak parçası yağmalanır, gün be gün küçülür, "kardeşim" dediği her canlı yaşanan felaketlerden payını alır ve her dakika, altında oldukları tehdit büyürken, Bizim Tarzan anadil derdine düşmüş, harıl harıl İngilizce çalışmakta, "üstünde güneş batmayan imparatorluk"a gidip mirasına sahip çıkacağı, gidemezse de yaşadığı topraklarda kuracağı İngiliz kolonisinde özgürlüğün tadını çıkaracağı günlerin düşlerini kurmakta, bu arada çevresinde yaşananlara da alabildiğine kayıtsız kalmaktadır.
Nasıl?

Tutmaz, mı?!

Bu "what-if Tarzan" bize hiç cazip gelmedi, mi diyorsunuz?

Ne yalan söyleyeyim, bana da. Kahraman'dan uzaklaştı, hatta uzak ara bir karakter arz etmeye başladı, "anti" oldu galiba...

En iyisi, hiç kurcalamamalı bazı şeyleri. "Eğer"leri ararken "keşke"leri bulmak da var serüvenin sonunda. Bırakalım, kahramanımız yine "Ne mutlu T-, eee, Tarzan'ım diyene" şiarıyla yola devam etsin, doğru ve çalışkan kalsın, küçüklerini korusun, büyüklerini saysın, yurdunu özünden çok sevsin!

2017-01-01

Saygı Duruşu!



Şu günlerde Star Wars filmlerine nur yağıyor, malum olduğu üzere. Aralık 2015'te serinin 7. bölüm başlığını oluşturan Güç Uyanıyor (Force Awakens) filmi ile bilim kurgu severleri yeniden avucuna almayı başardı Star Wars endüstrisi. Aynen isminin çağrıştırdığı gibi bir uyanış yaşıyor Star Wars camiası. Film dünya çapında 2 milyar doların üstünde gişe hasılatıyla serinin en çok para getiren ürünü olmakla kalmadı, aynı zamanda, bugüne kadar beyaz perdeye yansıtılmış tüm yapımlar arasında gelir bakımından 3. sıraya yerleşti. 

Yapımcılar da "yağarken dolduracaksın" felsefesinin ehli kişiler olsa gerek ki, demiri tavında dövüp hemen hemen bu filmden bir yıl sonra yine Aralık ayında Rogue One'ı piyasaya sürdüler.

Star Wars evreninin tarih çizgisinde Sith'in İntikamı (3.bölüm) ile Yeni Bir Umut (4. bölüm) filmlerinde anlatılan sürecin ortalarında bir yere denk gelen zaman diliminde geçen ve ana temadan kısmen bağımsız olayları anlatan yapım (bi nevi "üçbuçuk"uncu Star Wars) vizyona girer girmez dünya çapında 650 milyon dolardan fazla hasılata ulaştı. "Rogue One atın çiftesi pek olurmuş", :) bakarsınız, gişede tüm beklentilerin üstünde bir gelir rakamına ulaşır. Zira, tam da vizyona girdiği sıralarda Star Wars filmlerinin unutulmaz aktristi, Prenses Leia rolünün hakkını veren Carrie Fisher 27 Aralık'ta kalp krizi geçirip hakkın rahmetine kavuştu. Tanrı Star Wars endüstrisi çalışanlarına tekrar "yürü ya kulum" komutunu vermiş anlaşılan; Fisher'in vefatından bir gün sonra, yine efsanevi bir yıldız olan annesi Debbie Reynolds da onu takip etti... 


Adeta tüm gözler tekrar Star Wars'a çevrilsin diye özel olarak kurgulasan olmayacak işler oluverdi. Yapımcıların istediği bir göz, Tanrı verdi iki göz, gibi bir durum...

Star Wars serisi 2011'de hayli hasar almış ve özgünlüğü konusunda şüpheler oluşması nedeniyle sanki bir parça gözden düşmüştü.

Konuyu hatırlarsınız, Star Wars'ın esin kaynakları arasında Flash Gordon'dan tut, Fritz Lang’in sessiz filmi Metropolis'e (1927), Victor Fleming'in Wizard of Oz'una (1939), Akira Kurosava'nın sonraları tekrar tekrar perdeye uyarlanan filmi Seven Samurai'a (1954) kadar, çizgili çizgisiz bir yığın eser zikredilmişti de nedense birinden hiç bahsedilmemişti. Çizer Jean-Claude Mézières ve senarist  Pierre Christin'in 1969'da yarattıkları Valérian

 
Efenim? Hiç duymadınız mı? Yok yani, Valérian 'ı biliyorsunuz da duymadığınız Star Wars ile paralellikleri, öyle mi? Peki, madem öyle, sizi Gargamel'in Mekanı'na alalım, konuyu derli toplu anlatan bir metin var burada.

Neyse efendim, bu tür intihalleri açıklamanın bir yolu da "saygı duruşu" kisvesidir, bilindiği üzere. "Taklit ettik, yürüttük", demek yakışmaz büyük adamlara. Sıkışınca da, "herkes yapıyor, biz yapınca mı göze battı" filan denir.

Aslında "herkes yapıyor" söylemi mazeret uydurmak gibi görünse de haklılık payı var. Doğruya doğru, bilim nasıl kendinden önce üretilen bilgiyi referans alan yeni buluşlarla ilerliyorsa, sanat da taklidin izinden gidip bu yolun sonuna ulaştığında daha ileriye hamle yapabilmek için kendi patikasını açmak zorunda galiba... Böylece geriden gelen takip-taklitçiler de o patikayı geliştirip asfalt döşesin... 

İlk sanatçıların doğayı taklit edenler olduğunu hatırlamak faydalı olabilir bu görüşe hak vermek için. Hatta, Tanrı bile taklit yoluna başvurmuş değil mi insanı kendi suretinde yaratarak?! ("Yaratarak" derken dahi arak'ı zikretmiyor muyuz zaten!.. Türkçenin gücü efenim! :)) Gariban insan ne yapsın?! Alimallah şirke girmek var işin içinde! :)

Lafı uzattık yine... Velhasıl-ı kelâm, sanatçının ürününde yer verdiği bir "alıntı", ne kadar esin, ne kadar taklit veya ne kadar "saygı duruşu", her zaman kestirmek mümkün olmuyor.

Mézières ve Christin'in Valérian'ından bahsetmişken, en azından "saygı duruşu" niteliğinde bir alıntı nasıl olur, ondan bir örnek verip konuyu bağlayalım.

Serinin 7 kitabı; Sur les Terres Truquées'in son karesine bir göz atalım. ( * )


Mézières ve Christin öyle hoş bir "numara" yapmış ki, hem saygı duruşunda bulunmuş, hem de uzay-zaman gezgini Valérian  ve kankası Laureline'ın zorlu bir görevi yerine getirdikten sonra tatile çıkmak için hangi tarihi, hangi ülkeyi, hangi şehri ve orada hangi mekanı seçtiğini neredeyse nokta atışı kıvamında bizlere aktarmayı başarmış. 

Nasıl mı? 


Dışavurumcu (ekspresyonist) Fransız ressam Pierre-Auguste Renoir'in 1881'de "çiziktirdiği" 130 × 173 cm. ebatlarındaki Le Dejeuner des Canotiers (Sandalcıların Öğle Yemeği) isimli yağlı boya bu tablo Seine nehri üzerindeki Maison Fournaise Restaurant'tan bir sahneyi canlandırıyor. Resmedilenlerin her biri Renoir'in arkadaşları olan gerçek karakterler.

Mézières ve Christin bu tabloyu GPS keskinliğinde "konum atmak", üç aşağı beş yukarı tarih belirlemek için kullanmışlar, orası belli. Lakin "hangi dönemde çizildiği ve nereyi resmettiği bilinen bir başkası değil de neden Renoir'in bu tablosu?" diye sorduğumuzda, verilebilecek tek yanıt var: Saygı Duruşu!

Bu durumda bize de, Mézières ve Christin'e şapka çıkarmak kalıyor galiba...

Yeni Yılınız güzel geçsin...

( * ) Valérian'ın Sur les Terres Truquées isimli serüveni de, diğerleri gibi, Türkçe olarak Esattr-Sensei ortaklığıyla gerçekleşmiş taraviri (scanlation) çalışmaları halinde Çizgidiyarı'nda ve Filmistik'te  bulunabilir...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...