2013-10-31

Sanat Bunun Neresinde?


Ee, n'ooldu şimdi?
Tamam tamam, telaşa mahal yok! Sadece, çizgiromancıların sanat yaptığı bir ana denk geldik, o kadar. :)

Çok sık karşılaşmadığımız için bu anın tadını çıkaralım, lütfen...
Mmmphhh!
Evet, bu kadar yeter, fazlası ifrada kaçar... :)

"Bu ne be" deyip geçmeden, saatli bomba öyküsüne biraz eğilirsek biz de sanat yapılan o anın parçası olabiliriz.

Nereden başlasak? Hımm, tamam; klişeden...

Zentner ve Pellejero kurgusal anlatıma dayalı tüm sanatlarda kullanılan, çok bildik bir klişeye başvurmuş.

Birçok örnekte biraz da aşağılama anlamı yüklü "basma kalıp" karşılığıyla daha iyi örtüştüğünü görsek de Dieter Lumpen'de uygulanışındaki fark nedeniyle, "klişe" sözcüğü daha uygun düşüyor kanımca...

Ne diyorduk? Ha, tamam, şu meşhur klişe!

"Göster ama hemen verme!" :)

Bu cümlenin yaratabileceği farklı çağrışımların harekete geçmesine izin vermeden çizgiroman anlatım biçimlerine yakınlığı nedeniyle 7. Sanattan bir örnekle konuyu biraz açımlayalım.

Ben aynı kanıda olmasam da bu klişenin sinemadaki en iyi uygulayıcısının Alfred Hitchcock olduğu kabul edilir... Efendim? Sizin aklınıza Tinto Brass mı gelmişti? Yok canım daha neler?! :)

Söz konusu Hitchcock ise, bahsettiğimiz klişenin "gerilim yaratmak" ile ilgili olduğunu söylemeye gerek olmasa da, böyle cümleler kurarken söylemiş bulunuyor insan. :) Söylemedi farz edin.

Neyse!

Hitchcock, filmlerindeki gerilim unsurunu basit ama etkili bu temele dayandırmıştır:
Gösterir ama hemen vermez o da...

Tıpkı Dieter Lumpen'in Saatli Bomba öyküsünde olduğu gibi, önce tehlikeli durumu -bombayı- gösterir, seyirciyi ha patladı, ha patlayacak diye telaşa sürükler, kahramanın sorundan nasıl kurtulacağını merak ettirir, vesaire...

Gayet doğal, insanlık halinin gereklerine yaslanmış bir yöntem.

Hayal edin ki, dörtyol ağzında yüksek bir binanın üst katlarından, işlek caddeyi, gelen geçeni seyrediyorsunuz. Gözünüze, uzaktan yüksek hızla gelen ve yolda slalom yaparak ilerleyen bir araç ilişiyor. Sürücü kuralları hiçe sayarak gazı köklemiş, kırmızı ışıkları birer birer geçmekte. Bakışlarınızı aracın istikameti doğrultusunda ileriye çeviriyorsunuz, o da ne! Bebek arabasıyla karşıdan karşıya geçmek isteyen genç bir anne var. Zihniniz hemencecik aracın hızını  hesaplıyor, annenin hareket kabiliyetini değerlendiriyor, değişkenleri gözden geçiriyor, hız, momentum, fren mesafesi, koşu hızı, vs, vs, kafanızda uçuşuyor, bir kazanın kaçınılmaz olduğunu kavrayıveriyorsunuz.

Bu noktada, "du' bi' çayı demleyip geleyim" diye mutfağa gidecek kimse yok dünyada. İlla ki, ya kazayı, ya da nasıl atlatıldığını görmeli, merak ve tedirginliğiniz, -hatta duruma göre- paniğiniz giderildikten sonra 5 çayınızı içmelisiniz.

Örnekte "doğal empatik" bir unsur -anne ve bebeği- çerçevesini seçtiysem de siz buna, varlığınızla ilintili bir bağ ekleyin. Genç anne, eşiniz, kızınız veya tanıdığınız biri olsun örneğin... 5 çayı keyfini uzun zaman unutmanız gerekecek bir durumu hayal edin kısacası...

Niye mi 5 çayı?.. Alfred Hitchcock dedik ya, alla allaaa! :) İngiliz, bu insanlık halini türetip malum klişeyi oturtmuş işte... Keşke bu klişeyi bizden biri yerleştirseydi de Türk Kahvesi keyfi yapsaydık...

Gelişmeler karşısında etkisiz elaman kalmak veya farkında olmak, ama elinden bir şey gelmemek durumu, ortaya "ne olacak" sorusunu çıkarır ve bir yanıt beklentisi yaratır. Senaristin yanıt verdiği sayfalar gelinceye, ve tabi ki "film zamanı" içinde yönetmen isteyinceye kadar "ne olacak" sorusuna karşılık bulunmaması gerilim unsurunu doğurur ve sürükler. Her daim işe yarayan bir yöntem.

Eminim Saatli Bomba'yı okurken, sizler de arabanın bagajına bir şey -muhtemelen bir bomba- yerleştirildiğini, bir patlama olacağını ama kahramanımızın bu feci olaydan bir şekilde kurtulacağını filan düşünmüşsünüzdür.. Evet, klişe burada.

Zentner ve Pellejero sık sık bagajı gösterip, "orada ne var" sorusunu sordurdu bize, oraya bir bomba konulduğu izlenimini parçaları ve konuşmaları birleştirenin zihninde uyandırdı, 45 dakika sonra patlamasının beklendiğini bildirdi, "nerede" sorusuna da yanıt verdi. Ama işte Zentner ve Pellejero klişeyi kırıp içinden sanat çıkardıkları illüzyonu tam da burada yapıyorlar.

Hayır, patlama yok! Aslında "yok" olan yalnızca patlama değil. "Neden patlamadı" sorusuna yanıt da yok. Bu yoksunluk okuyucuyu hikayeyi farklı şekillerde okumaya itiyor. Bi' nevi hat trick! :)

Kimimiz, Brigitte'in Lumpen'i kurtarmak için bombayı önceden etkisiz hale getirdiği çıkarsamasını yapar, kimimiz, beceriksiz Yahudiler bir bombayı patlatmayı kıvıramadı, der, kimimiz, olsa olsa uyanık Dieter bize haber vermeden çölde bombayı arabadan attı, diye düşünür. Hatta belki de, yüzeyde görüneni okuyup geçenler, saçma bulur öyküdeki bu boşluğu...

Saatli Bomba her şekilde okumaya açık bu haliyle. Zenther ve Pellejero'nun amacı da bu olsa gerek... Kafalarda oluşturdukları sorulara yanıt vermeyerek, "yokluk", ya da başka deyişle "boşluk" yaratmış, öyküdeki bu yarığı okuyucu kendi meşrebine göre doldursun istemişler belli ki...

Bence?

Bence "boşluğu dolduran her zaman ve her yerde olduğu gibi hayattır" mesajını vermeyi denemişler. Hayatın mantıklı açıklamalara gereksinimi yok. Nedenlere ihtiyaç duymadan bildiğini okuyor o... Bu hissi nasıl verirsiniz okuyucunuza? Ya da bir basamak yukarı çıkıp bakalım mevzuya; sanat'ın yaşamı taklit ettiği savına bir gönderme nasıl yaparsınız bir çizgiromanda? İşte Saatli Bomba!.. :)

Kullandığınız yöntem ne olursa olsun, muhatabınızın bir hissi duyumsamasını sağlayabiliyorsanız, okuyucunuzun zihninde kendi düşünsel olgunluğuna göre eserinizle ilintili fikirler yaratabiliyorsanız, yaptığınız şey sanat!

Plastik sanatlar için geçerli olsa da, genel geçer bir açıklamadır, sanat'ın üretildiği malzemenin olanaklarını aşan ürün olduğu tanımı.

Bilinen hikaye: Rodin'e sormuşlar, "Üstat, bu muhteşem heykelleri nasıl yapıyorsunuz?" diye...  Rodin kendinden emin, "Gayet basit," demiş, "Ben sadece taşın fazlalıklarını atıyorum. Geriye bu gördüğünüz heykeller kalıyor."

Rodin fazlalıkları atarken taşın üzerinde boşluklar yaratıyor, güzel ve estetik olanı ortaya çıkartıyordu, kuşkusuz. Böylece heykelleri için malzeme olarak kullandığı taşı, nesne olarak varlık durumunun ötesine taşıyor, sanat eserine dönüştürüyordu. "Neyi ortaya koymak istiyorsa, çalıştığı malzemeden, neyi ne kadar çıkartıp, nasıl bir boşluk yaratması gerektiğini biliyordu" da denebilir farklı bir bakış açısının ifadesi olarak..

Kıssadan hisse, neymiş efenim?
Sanatı güzel'den ibaret veya sadece estetik ile açıklanabilir bir şey olmaktan öteye taşıyan, "boşluk" imiş!

Kurgusal anlatıma dayalı sanatlar için bir adım daha ilerde duruyor bu boşluk yaratma meselesi... Bu türlerde sanatçının eserine verdiği biçimi kavrayabilmek için, muhatablar onu çevreleyen boşluğu doldurarak bir kalıp gibi sarmak zorunda eseri. Yazın alanıysa okuyucu, sinemaysa seyirci, ya da bizim durumumuzda, çizgiroman meraklılarıysa muhatap, hem okuyan hem seyredenler...

Yaratıcının ürününün sanat değerini ortaya koyabilmesi için hedef kitlesinin imgelem gücüne gereksinimi var. Plastik sanatlardaki kadar katı olmayan bu malzemedir aslında kurgusal anlatı sanatçısının eserini işlediği madde -soyut bir şeye ne kadar madde denebilir, orası ayrı-... Sanatçı yazarak, çizerek veya çekerek kurguladığı evreni bu imgelemde yaratmak zorunda kurgusal anlatı türlerinde. Bunu yapabilmesi için de, -belirtmeye bile gerek yok- sanatçının kullandığı enstrümanın çıkardığı tınıyı anlamlandırabilecek, gürültüden ayırt edebilecek potansiyele sahip bir hedef kitle gerekli...

Öyle bir hedef kitle ki, aktif katılımla boşlukları doldurulabilir olsun.

Muhatap o boşluğu doldurabilirse eğer, eğer hem varlık hem boşluk hem de bütünü kavrayabilirse, işte o zaman kendinden büyük bir şeyin parçası olur, onunla bütünleşir ve yücelir... Yüceltir de. İşte o zaman ürün-sanat eseri, üreten-sanatçı olur, muhatap da sanattan zevk alan kişi..

Ama hedef kitle esere gerçek değerini veren boşlukları dolduramıyorsa, eser üreticisi gözünde güzellik ve estetiğin fevkinde de olsa, yandı gülüm keten helva! Ya anlaşılabilir olacağı zamanları beklemek zorunda sanatçı, ya da yitip gitmek... Ki, sanat tarihi kendi devrinden yüzyıllar sonra önemi kavranmış sanatçılarla dolu... Tabi ki şansı yaver gidenler...

Sözün özü, sanatı, sanatçı ile hedef kitlesi arasındaki ilintiden, etkileşimden bağımsız düşünmek olacak şey değil!

7. Sanattan örnekle başladık, öyle bitirelim.
Sinemayı sinema yapan adamlardan ünlü yönetmen David Llewelyn Wark Griffith'in dediği gibi, "Büyük filmler isteniyorsa, bize yetişmiş bir seyirci topluluğu da gereklidir."

2 yorum:

  1. Dün o harika çeviriyi okuduktan sonra pimi alınmış bombanın youmunu da bir okuyayım diye bekledim.Öncelikle sanat sanat içindir yani sanat o kişinin kendini ifade şeklidir.O eseri yaratan kimse o ancak onu irgalar.Yani ben bir tablo ile kendimi anlatırım ve sen bunu beğenirsin yada beğenmezsin o senin sorunundur.Sİnemasından müziğine hepsinde bu kural geçerlidir.Şimdi gelelim şu pimsiz bombaya valla ben bu hikayeden en çok biz erkeklerin kadınlar karşısında ne kadar saf olduğumuzu anladım.İyimi tam kadın düşmanı yorumu gibi oldu ama hikaye de ki o yalan dolanları hatun yapınca başka da yorumu yapamıyor insan be dostlar.
    serdary67

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sanat'ın ne için olduğu tartışmalı konu. Üzerinde bir uzlaşma olduğunu da sanmıyorum. Daha ziyade sanatın ne için olduğuyla değil de, ne olduğuyla ilgilenmek gerek galiba o yüzden de.

      Sanat gibi, Kadın meselesi de tartışmalı galiba. Sanat'ın aksine onun ne için olduğu değil de, ne olduğu üzerinde yoğunlaşıyor tartışmalar... :)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...